Giriş
8 Eylül 2022 günü İzmir’in kurtuluşunun 100. Yılı münasebetiyle düzenlenen Zafer Yolu Koşusu’nun son etabı olan Kemalpaşa parkura katılmıştım. İş yoğunluğu nedeniyle önceki safhalarına katılamamış olsam da bu güzel etkinliğin küçük bir bölümünde yer almak heyecan vericiydi. Kemalpaşa’da -ki Cumhuriyet öncesi dönemki adı ile Nif- Gazi Mustafa Kemal’in de konakladığı evin yakınında dinlenirken, yürüyüşte bizlere rehber olan, sonrasında belediyede aynı müdürlükte çalışacağımız bir arkadaşımın sözü ile çok mutlu olmuştum ve hayatımda aldığım en güzel iltifattı. Ben İzmir’e dair bazı hatıratı anlatırken, “İlk defa gerçek bir İzmirli ile karşılaştım.” demesi beni çok ama çok mutlu etmişti. Gerçek İzmirli unvanından daha büyük alınacak bir sıfat ve mertebe halen de düşünemiyorum.
İşte “İzmir Araştırmaları” adını verdiğim bu bölümde ailemin İzmir koluna ait hatıratı ve detayları, tarihe mal olan bazı yaşanmışlıkları paylaşmak istiyorum.
1990lar
Annemin babası tarafı ataerkil bir aileydi. Ben aklımın erdiği ilk günden itibaren bunu iliklerime kadar yaşamış biriyimdir. Bunu övünülecek ya da hayıflanacak bir husus olarak belirtmemekle beraber sadece gerçek bu olduğu için yazıyorum. Bu nedenledir ki zamanımın büyük bir kısmını, bayramları, özel günleri hep beraber geçirirdik. Yaşım ilerledikçe de benim bağımsız zaman geçirdiğim süreçte ailenin bu kolu ile güzel an ve anılarım, sohbetlerim geçmiştir, halen de geçmektedir. Dedem İbrahim Özsamancı ailesinin en küçük çocuğu olarak 1925 yılında dünyaya gelmiş. Ancak uzun süre her evrakta “1341” olarak eski tarih yer alıyordu. Şimdi dedemin ailesinin hikâyelerine kesik kesik, çocuk aklı ve hafızası ile küçüklükten itibaren tanık olmaya başlamıştım. Dedem ben 2.5 yaşındayken vefat etmiş, ben tam olarak hatırlamıyorum ancak dedemin ölümünden sonra eve gelmediği zaman “Dedem nerede?” diye sorduğumda; annemler “İstanbul’a gitti.” diye söylemişlerdi. O yaşta bir çocuğa ölümü doğrudan anlatmanın pek mümkün olmayacağı düşüncesiyle böyle bir yol seçmişler.
Dedemin ölümünden sadece bir sene sonrasında ise yaşanmaya başlayan her olayı ve ayrıntıyı hatırlıyorum ve araştırmalar için malzemeleri o yıllarda toplamaya başladım. Ailenin hatırladığım en yaşlı kişisi, dedemin abisi Fehmi Özsamancı’ydı. Biz kendisine büyük dede derdik. Bunun nedenini yaşım biraz ilerlediğinde öğrenmiştim. Annemin büyükbabası, Nuri Efendi/Çavuş dedem 8 yaşındayken vefat edince onu abisi büyüttüğü için bir baba yerine koymuş, ölene kadar da bu sevgi ve hürmeti göstermiş. Büyük dede, karısı ve iki çocuğu ile birlikte “İkiçeşmelik’te” oturuyordu. Yıkıldığı için bugün yerinde olmayan Hasan Sağlam Öğretmenevi’nin ve Kestelli Şerife Eczacıbaşı İlkokulu’nun hemen karşısında oturuyorlardı. Bu yer benim çocukluğumun çok büyük bölümü işgal etmiştir. Burası ile alakalı detayları yıllar içinde öğrenmiştim. Her bayram, kandil gibi dini günlerde akşamları tüm aile burada buluşulurdu ve bu anane ben doğmazdan evvelde çok uzun yıllar etmiş bir etkinlikler dizisiydi. Annemler, anneannem ile Kemeraltı’na, Konak’a -o dönem çarşıya giderken derdik- giderken mutlaka buradan geçer, kapıdan selam verirdik. Bu görüntüler halen gözümün önündedir.
İkiçeşmelik’teki bu evin mistik havası, o mahallenin dedemin doğup, büyüğü; hayatının ilk yıllarının geçmiş olması nedeniyle ile benim için apayrı bir anlam taşıyordu. Çocukluk yıllarımda anımsadığım ve en çok işittiğim ailenin “Samancılar” olarak anıldığıydı ki bunun nedeni soyadımdan da kolaylıkla anlaşılabiliyor. Bu evin arka sokağında başka evlerin de olduğunu annemler anlatırdı ama yaşım elvermediği için ben o evleri gidip keşfetme yeteneğine sahip değildim. Kimi zaman otobüs ile seyahat ederken, o diğer evleri görebileceğimi düşünerek camdan bakardım ama başarılı olamazdım.
1990ların ortasından itibaren birçok geleneksel ritüele de katıldığım için ailenin geçmişine dair ayrıntıları öğrenmeye başladım; bunlardan en sık yapılan ve aklımda kalan bayramlardaki kabristan ziyaretleriydi. Adeta bir ayin havasında gerçekleşen bu ziyaretler ile daha bayramın ilk gününün neredeyse yarısı burada tüketilirdi. Ancak geçmişe dönüp baktığımda, burada tükettiğimiz süreden dolayı herhangi bir pişmanlık ya da boşa geçmiş bir zaman olarak düşünmüyorum. Ailenin mezarları Karabağlar’daki Paşaköprü Mezarlığı’ndaydı. Burada ziyaret edilen kabirlerde yazan bilgiler benim araştırmalarımın ve aile dokümanının önemli birer nüvesiydi. Dedemin abisi, anne ve ablası yan yana yatıyordu ve hatta burada anneannemin annesi de gömülüydü. Yıllar içerisinde ben biraz büyüğümde rahmetli anneannem “Babamın mezarı da Karabağlar da ama kimse ziyaret etmez, keşke yerini bilsek.” dediğini de anımsarım… Karabağlar’da mezarlık ziyaretinde bu ziyaret edilen ilk mezarda, dedemin ablası Nüveyre (d.1917-ö.1945), annesi Hasibe (d.1883-ö.1959) ve abisi Fehmi’ye (d.1907-ö.1990) uğranırdı. Mezar taşlarındaki bilgilerden Hasibe babaannenin babasının adının Talip ve Fehmi dedenin tornacı olduğunu öğrenmiştim. Çok uzun yıllar önce Kemeraltı’nda Ali Paşa Meydanı’nın ilerisinde, Cezayeri İşhanı’nın orada torna atölyesi olduğu anlatımlarını bu küçük bilgiler ile zihnimde oluşturmuştum.
Mezarlığın yukarısına doğru uzun bir yürüyüş ile derinlere doğru ilerler, mezarlığın en güneyine gelmeden sağa saparak ana caddeye paralel sayılabilecek bir bölgede, içlere doğru girdiğimizde de burada yan yana iki kişinin mezarı yer alırdı, “Nuri Çavuş” ve “Hacı İbrahim”. İşte Nuri Çavuş (d.1876-ö.1933) dedemin babası ve Hacı İbrahim (d.1839-ö.1916) ise bizatihi ismini miras aldığı dedesiydi. Zaten ailede ölen kişinin adını yeni doğan çocuğa vermek çok uzun yıllar bir adet olarak devam etmiş ve hatta çok kereler mahkeme işlemlerinde büyük problemler çıkarmıştı. Çünkü kimin sağ kimin ölü olduğunu anlamak çok kolay olmayacaktı. Bu iki kişi ailenin köklerini oluşturuyordu ve Nuri dedenin bir de fotoğrafı vardı ki, İkiçeşmelik’te evde yukarı katta odada asılı dururdu. Tabii ben çocukken kime ait olmadan o resme bakardım. O yıllarda ailemin geçmişi ile alakalı edindiğim bilgi bu şekildeydi.
2000ler
Çocukluktan ergenliğe geçiş yıllarında kendini, hayatını ve belki de düşündüğümde en önemlisi kentini de keşfetmeye başlıyorsun; en azından benim öyle olmuştu. Ben geçmişe dönüp baktığımda bu yaşanmışlığı görüyorum ve iyi ki diyorum. Büyük dedenin ölümünden sonra da ailenin ziyaret hiyerarşisi hiç değişmedi. O evde dedemin yengesi, abisinin eşi Mesrure ve çocukları Gülen hala (d.1933-ö.2010) ile Nuri dayı otururdu. Biz aynı günlerde yine ziyaretlerimizi gerçekleştirir ve tabi kendileri de anneanneme özellikle yatalak olduğu dönem sıklıkla ziyaret için gelirlerdi. Ben de kendi başıma onlara ziyaretlere 2000lerde başlamıştım. Bu ziyaretlerde klişe sohbetlerden sonra daha önce işittiğim hikâyeleri dinler, tekrar anlattırır, detaylarını öğrenmeye çalışırdım. Mesrure yenge ailenin en yaşlı ferdiydi, 1913 doğumluydu. Bu nedenle kitaplardan okuduğum birçok detaya kendisi hâkimdi. Bunun yanı sıra Gülen hala geçmişine, geleneklerine ve ailesine son derece bağlı olduğu için bu hikayeleri ve detayları anlatmasından büyük keyif duyuyordum.
Yukarda Fehmi dede için yaptığım gibi Gülen hala ve Nuri dayı içinde bir detay vermek isterim; esasen ikisi de -ki ortanca kardeşleri Gülşen hala da var- dedemin yeğenleri, annemin amca çocuklarıydı. Dedem ailesinin en küçük çocuğu olduğu ve Gülen hala ile de aralarında sadece 8 yaş bulunduğu için kardeş-abi ilişkisi ile büyümüşler, babası ölünce dedem annesi ve ablasıyla birlikte abisi ile yaşadığı için yeğenlerini kardeşi gibi görmüştür. Sonuç olarak da annemler kuzenlerine bu şekilde hitap ederlerdi. Gülşen halanın çocukları da Nuri Özsamancı’ya dayı olarak hitap ettiği için herkesin isimleri bu şekilde kodlanmıştı. Mesala Gülşen halanın çocukları dedeme “amca” derlerdi. Bazen bu karmaşık yapıyı dışarıdan işiten birine kimin kim olduğunu anlatmak gerçekten çok güç oluyordu. Gülşen halanın oğlu Ali abi annem için “amca kızı” derken, annem onun için “halamın oğlu” dediğinde kimse soyağacını gözünün önünde şekillendiremiyordu.
Öğrendiğim en ilginç detaylar birisi dedemin en büyük abisinin ölüm şekli ve akıbetiydi. Annem dedemin ölümünden sonra hayatın olağan seyrini belki de öngörerek amcası Fehmi dedenin dua ederken ki sesini kaydetmiş. Bunun nedeni öldükten sonra da dini gün ve gecelerde bu duanın okunmasıydı ve gerçekten de yapılırdı. İşte bu kasetin içerisinde Kuran’dan okunan ayetler ve dualar yer alıyordu. Kayıtın sonuna doğru büyük dede dua ederken abisinden söz ediyordu. Bende yaşım büyüdükçe ve kayıttaki sözleri tam anlamıyla idrak ettikçe dedemin başka abisinin de olduğunu öğrenmiştim. Kimdi bu peki? Sorduğumda isim bilgisi kimse de yoktu ve bu çok komik geliyordu bana yani annemler büyük amcalarının adının bilmiyorlardı. Ancak Gülen hala ölüm şeklini biliyor ve bana anlatıyordu; “Koç tosmuş ölmüş, salgın hastalık olduğu için mezara değil, boş bir tepeye gömmüşler oranın da adı sonradan Hasan Hüseyinler olarak kaldı.”. Bu şehir efsanesi gibi hikâyenin gerçeğini yıllar içinde yine bu kez dedemin ailesine ait yapbozun parçalarını birleştirerek öğrenmiştim.
Ölüm şekli belki doğruydu, evin bahçesinde, yakınında bir koyun/koç çarparak yere düşürmüş ve düşmenin, kafasını yere çarpmanın verdiği etki ile-o dönem travma terimi kullanılmamakla beraber- vefat etmişti. Bu ölüm şekli çok anlamsız gelmemişti. Defin şekli de, yakın geçmişte pandemiden yola çıktığımızda özellikle salgın hastalık dönemlerinin olağanüstü koşulları düşünüldüğünde diğer mezarlardan uzakta olması kabul edilebilirdi. Çünkü ailenin yaşadığı İkiçeşmelik’te o dönem, öğretmenevinin olduğu noktada Ulu Mezarlığı yer alıyormuş, pekâlâ da oraya defnedilebilirken böyle bir tercihte bulunulmasının en büyük nedeni sari hastalık dönemi diye düşünmüştüm. Karabağlar’ın tercih edilmesinin gerekçesini, ailenin belki bir asırdan fazla zamandır dostluk ve ahbaplığı sürdürdüğü Suzan teyzemin anlatımından öğrenmiştim. Şimdi ailemiz evvel zamanda yani 1800lerde ilk olarak Seferihisar Beyler Köyü’ne intikal etmişler. Nuri dayı da zaten yürük olduğunuzu ve Konya Karaman’dan batıya geldiğimizi babasından duyduğunu anlatırdı. Seferihisar’dan 1800lerin başında İzmir merkeze gelmişler ve İkiçeşmelik bölgesinde yaşamaya başlamışlar, bu noktaları ilerleyen bölümlerde detaylandıracağım. İşte yaşadıkları yer İkiçeşmelik bölgesi olmakla beraber Karabağlar’da bağ evleri varmış. İşte bu bilgiyi Suzan teyze de doğrulamıştı çünkü kendi evlerinin bizim ailenin evinin hemen karşısında olduğunu anlatmıştı.

Bizim aileye de “Samancılar” dendiğini aile dışı bir kişiden, kendisinden bizzat duymuştum. “Samancıların çok büyük bir bağ evi vardı, Kaymakkuyu’nun orada, bizim evimiz de hemen karşısındaydı,” diyerek Suzan teyze detaylı şekilde o bölgeye ait bilgiyi bana aktarmıştı. İşte yukarıda bahsettiğim dedemin vefat eden büyük abisinin belki de o dönemde bakir bir tepe olan noktaya Karabağlar mevkiine gömülmesinin bulaşıcı hastalık dışındaki diğer nedeni de buydu. Ailenin Karabağlar’da da kolları ve yerleri vardı. Bugün Kaymakkuyu Cami’nin olduğu yerden dereye kadar olan bölgenin tamamının ailemize ait olduğunu Suzan teyze detayları ile anlatmıştı. Ancak dedemin abisinin adının Hasan ya da Hüseyin olduğu sadece kulaktan dolma bir bilgiydi. Gerçek isminin ne olduğunu ancak 10-15 sene sonra araştırmalarım sayesinde öğrenebilecektim. Nüfus araştırmalarında, birey sıra no bölümünde 1., 2., 3. Sıralardan hemen sonra 5. Sıra ile devam etmesinin uyandırdığı merak ile kim olduğunu bulmuştum; dedemin en büyük abisi Mehmet Ali (d.1904-ö.1915). Bizim koç tosan Hasan-Hüseyin meğer Mehmet Ali’ydi.

Karabağlar ile olan bu bağımızın devamında Cumaovası’nda da bağ ve bahçelerin olduğu anlatımını da aileden sık sık duyuyordum. Böylesine büyük bir varlık nereden geliyordu sorusuna en güzel yanıtı rahmetli Mesrure yenge vermişti. Mesrure yenge 2004 yılında vefat ettiğinde 92 yaşındaydı ve zihni zaman zaman bulanıklaşsa da geçmişe dair detayları rahatlıkla anımsıyor ve anlatıyordu. Özellikle de dedemi çocukluğundan itibaren tanıması, büyütmesi ile ona olan sevgi ve bağlılığını vardı. Bu ilgiyi, bana yani torununa da gösterirdi. Evlenmezden evvel kendi ailesinin nerede yaşadığını bana anlatmıştı. Babası Abdullah efendi, Bolu Gerede doğumlu, Mengen’de yetişmiş bir aşçıymış. Yengenin çocukluğunda ve genç kızlığında da İkiçeşmelik’te aşağı mahallede otururlarmış. Yani kendi babasının nüfusa da kayıtlı olduğu yer burası ancak bana anlattığı ve çocukluğunda Göztepe’de oturduğu şeklindeydi. Şimdi benim bildiğim, yukarıda anlattığım ve ziyaret ettiğim evin adresi 431 Sokak 5 numaraydı. Burada yaşadıkları için yokuşun alt tarafına aşağı mahalle, ailenin diğer evlerinin olduğu yerler için ise yukarı mahalle tabirini kullanırlardı. Yokuş 431 sokak yani meşhur “Deve Çıkmaz” yokuşudur.
Yenge çocukluğunun bir bölümünü İzmir Sadık Bey semtinde geçirmiş. Buraya ait anlatımları ayrıca detaylandıracağım. Yengenin ailesinin de İkiçeşmelik’te nüfusa kayıtlı olması ve genç kızlığını da orada geçirmesi dolaysıyla aileye ait tüm detayları biliyordu. “Samancılar “olarak anılan ailemiz, isminden anlaşıldığı gibi saman ticareti ile iştigal edermiş. Bu faaliyet Kemeraltı, Başdurak Camii’nin karşısında, Ali Paşa Meydan’ındaki dükkânlarında sürdürmüşler. Bu dükkânların nerede olduğunu, tam anlamıyla bir araştırma olarak isimlendirilemese de karıştırma adı ile evde bulduğum dokümandan erişmiştim. Eski birçok dokümanın bulunduğu “James Bond” adını verdiğimiz bir siyah evrak çantasında çok eski evrak karmakarışık şekilde dururdu. Burada dedemin “3. nolu beyanname” adını vererek kendi el yazısı ile yaptığı bir tablonun olduğu kâğıt bulmuştum. Bu kâğıtta babasından kendisine intikal eden ev, dükkân, arsa vb. gayrimenkule ait bilgiler alıyordu. İşte dükkânların nerede olduğu da bu şekilde ortayı çıkmıştı.
Mesrure yenge eşi Fehmi dede ile evleneceği zaman, “Kimlere gelin gidiyorsun?” diye soranlara “Samancılar” diyerek yanıtı verdiğinde; “Ooo çok şanslısın“ dediklerini bana anlatmıştı. Ticaret yapan kayınpederi Nuri çavuş, yani dedemin babası da ayrıca hocalık da yapıyormuş. Nuri çavuşun babası, Hacı İbrahim ise kendisi müderrismiş ve aynı mahallede, bugün Kılıcı Mescidi ve o dönemde İngiliz Mescidi olarak anılan yerde hocalık yapıyormuş. Çok hiddetli ve sert bir mizacının olduğunu yenge anlatırdı, kendisi de aile büyüklerinden işitmiş. Hacı İbrahim, kent merkezine intikal edince, Osmanlı Devleti’nde muhtarlıklar ihdas edilmeye başladığında, burada kendi adı ile mahalleyi kurmuştur. Bugün, o mahallenin adı Bozkurt’tur ancak tapu kayıtlarında halen de Hacı İbrahim olarak geçmektedir. Babası Samancızade Osman da zannediyorum bu mahallede yaşamış ve öğretmenevinin bulunduğu Ulu Mezarlık’ta defnedilmiş. Hacı İbrahim’in kurduğu bu mahallede hayatını sürdürmeye başlamıştır. Buradaki evlerin konumları ile alakalı daha detaylı bilgi vermek istiyorum.
Ailenin burada en uzun süre yaşadığı 844 sokaktır. Sokağın çift ve tek numaraları ayrı mahallelere kayıtlandığı için çift numaraların yer aldığı evler tapu kayıtlarında “Gedikli”, tek numaralılarda ise “Kız Hasan” olarak geçmektedir. Esasen dedemin de doğduğu ev Kız Hasan Sokağı 47 numaradır. Bugün bu ev artık yok ve yeni numarataj işlemlerinde 49 numara olarak tescillenmiştir. Benim çocukluğumda ziyaretleri gerçekleştirdiğim ev ise Deve Çıkmaz Yokuşu 5 Numara’dır. Aile bu eve 1957’de taşınmış. 844 Sokağın “Gedikli” bölümünde de 36 numarada olan ev benim kayıtlarına ulaşabildiğim noktalardır. Bu mahallede o dönem için İzmir’in kalburüstü ve tanınmış aileleri yaşamışlar; Yorgancıoğlu Ailesi, Eczacıbaşı Ailesi– ki kendi adları ile okul yaptırmışlar-, Şekerci Ali Galip ve daha birçok bilindik yüz…Örneğin Eczacıbaşı adını ben ilk kez “Hasibe babaanne, pek dışarı çıkmaz ancak üst mahallede Şerife hanım teyzeye giderdi.” diye anlattıklarında işitmiştim. Şerife hanım, Eczacıbaşı Ailesinin anneleriydi. Mahallede yer alan diğer evler, dedemin amcasına ait olan taşınmazlar ile alakalı maalesef bilgim henüz bulunmuyor. Zaten dedemin amcası tarafı ile de alakalı bir karanlık perde var ve ailede bu perde sık aralanmazdı.
Tekrar Mesrure yengenin anlatımına döndüğümüzde, bana aktardığı bilgiler ışığında esasen en güzel hikâyeleri İkiçeşmelik’te yaşamamış, Sadık Bey günlerine aitti. Burada yaşadığı süreçte İzmir’in işgali, kurtuluşu, Mustafa Kemal’in gelişi, köşk günleri ve evliliğine dair birçok detay paylaşmıştı. Rahmetli yenge, Sadık Bey semtinde evlerinin bugün Uşakizade Köşkü’nün olduğu bölgede, bu köşke çok yakın olduğunu ve aralarında sadece iki ev bulunduğunu bana anlatmış ve bende bu anlatımı ses kaydına almıştım. Ses kaydını aldıktan kısa bir süre sonrada vefat etmişti. Uşakizade Köşkü bugün Çankaya Mahallesi’nde yer alıyor. O bölge ile alakalı detaylı bilgiye erişebileceğimiz birçok kaynak var ve hepsinde çok kıymetli detaylar yer alıyor. Bu nedenle burada aynı bilgilere yer vermeyeceğim. Ancak kişisel yaşanmışlıkların verdiği tadı düşündüğümde yengenin benimle paylaştıkları da çok değerliydi. Yenge İzmir’in işgali döneminde burada yaşamış, babası Uşakizadelerin müştemilatında çalışanlardanmış, bu ne kadar özel bir şey…
Yenge işgal dönemin zorlu günlerinde Mustafa Kemal Paşa’nın eşi Latife Hanımı bizzat tanıma fırsatı yakalamış. Evlerinde hizmet gören insanları da ailenin bir parçası gibi kabul ettiklerini ve onların çocukları ile ilgilendiklerini; onlara okuma-yazma, yabancı dil, piyano dersi gibi birçok konuda destek olduklarını benimle paylaşmıştı. Latife Hanımın tarihsel kayıtlarda yer alan küçük hapis döneminden de bahsetmişti. İşgal günlerinde evlerinin önünde Yunan askerlerinin olduğunu ve nöbet tutan askerlerin silahlarının namlularının yönünden savaşın seyrini tayin ettiklerini anlatmıştı. Silahların namlusunun yukarı baktığında kentlerin sürgün olduğunu, aşağıya baktığında ise kentlerin askeri tabirle düştüğünü zaman zaman, aynı noktalar olsa da paylaşıyordu. Büyük Taarruz sonrası Batı Anadolu’dan İzmir istikametine doğru kaçan Yunanlıların gelişini, evlerinin önünden, eşyalarla, silahlarla vb. Çeşme istikametine kaçtıklarını, gemilerin Rumları alıp götürmek için geldiklerini, kaçanların görünüşüne o günkü çocuk muzipliği ile anımsayıp gülerek anlatırdı.
Atatürk ve Türk askerinin gelişini ise her zaman gözü yaşlı ama aynı gururla anlatırdı. Bugünkü ismi Mithatpaşa Caddesi olan yoldan, tramvay caddesinden Yunanlıların kaçışı, bizimkilerin Susuz Dede Tepesinden taciz ateşine maruz kalmalarını; akabinde 98 Sokak’tan yol bulup, ablukaya alarak tüm askerleri yakalayışlarını, Karantina Askeri Hastanesi denilen bugün Mithatpaşa Meslek Lisesi’nin bulunduğu noktaya getirilişleri, öldürülüşleri ve denize döküşlerini yengenin canlı anlatımından bir kez daha yaşayarak öğrenmiştim. İzmir Yangınında yenge Göztepe’deymiş ama o yangının günlerce sürdüğünü ve kayınvalidesi Hasibe Hanımın da torunlarına aktardığı gibi bir yağmur/tufan ile söndüğünü bana aktarmıştı. Yengenin anlattığı ve aktardığı bilgi ve detayların birçoğu bugün tarihçiler tarafından ayrı birer tez başlığı olarak tartışılıyor. Bu nedenle yengenin ilettiği ve herhangi bir bilimsel mesneti olmayan hatıratta bu konu ile yer alan anlatımı burada paylaşmamayı tercih ediyorum.
Savaş sonrasında Mustafa Kemal Paşa’nın köşk günlerine yenge tanık olmuş, neredeyse her gün Gazi’yi köşkün bahçesinde görmüş, bu eşsiz bir duygu… Paşa’nın Latife Hanım ile evliliğine de tanık olan yenge Sadık Bey’in evine dair verdiği detay bilgiler, deniz kenarından, bugün İzmir Türk Koleji içerisinde yer alandan köşke kadar olan bölgenin aileye ait olduğu, selamlıkta paşa ve maiyetini misafir edilip sonrasında eve kabul edildiğini; sanki yaşamış gibi demeyeceğim, bizzat görgü tanığı olarak anlatıyordu. Nikah günü orada sadece bir evlenme törenine değil tarihe tanıklık ederken aktardığı detaylar, Mustafa Kemal Paşa’nın en özel gününü bizlerin de tekrar yaşamasını sağlamıştı. Nikah töreninin olduğu noktada, şahitler de dahil tüm davetlileri yenge hatırlıyordu ve sonrasında da paşanın kaldığı günleri bugün yaşamış gibi anlatmıştı.
2010lar

Selanik araştırmalarında olduğu gibi İzmir başlığını o dönem kullanmasam da annemin babası tarafının tüm detaylarına bilgiye eriştikçe hâkim olmaya başladım. Özellikle nüfus kayıtları bu konuda bana yardımcı olmuştu. Ben çalışmayı tamamladıktan uzun yıllar sonra e-devlet sayfasında dikey yönlü alt-üst soy bilgilerini yayınlamasını beklemeden ben tüm detaylara erişmiştim. Bir önceki bölümde kısaca altını çizdiğim, dedemin amcası tarafı ile olan kopukluğa değinmek ve bilgileri sunmak istiyorum. Hacı İbrahim, yani dedemin dedesinin iki oğlu var, Nuri Çavuş ve Hafız Mehmet (d.1878-ö.1948). Bu iki isim nüfus kayıtlarında yer alıyor. 1905 tarihli nüfus kayıtları baz alınarak bugünkü elde ettiğimiz bilgiler ışığında dedemin amcası Hafız Mehmet’in soyadı “Özsamancı” olmadığını görüyoruz. Evet iki erkek kardeşi aynı anne ve babadan dünyaya gelmelerine rağmen farklı soyadları almışlar. Şimdi bunun sebebini biraz araştırdığımda saman ticareti devam ederken Nuri dede 1933 yılında vefat etmişti. Soyadı kanunundan önce olduğu için de soyadı bulunmuyordu ve bu bizlere her resmi işlemde uzun yıllar sorun çıkarmıştı. Babasının ölümünden sonra Fehmi Özsamancı ile amcası arasında iş sebebi ile bir pürüz yaşanıyor ve öncelikle işlerini, iş yerlerini ayırıyorlar. Hatta 1940larda Hafız Mehmet babasının kurduğu mahalleden de ayrılıyor. Bunların detayını bana hayatımda tek ve son defa ziyaret ettiğim dedemin amcasının kızı, Vildan teyze anlatmıştı.
Vildan teyze, Gülen halaların ailenin bu kolu ile tek bağlantı noktasıydı. Dedem sağken amcaoğlu da dahil olmak üzere hepsi ile görüşüyormuş. Hatta Vildan teyzenin oğlunun vefatında ilk kez gittiği Aşağı Narlıdere Mezarlığı’nı beğenerek buraya defnedilmek istediğini dile getirip, yaklaşıp 10 ay sonra vefat etmiş. Tekrar amca tarafına döndüğümüzde, Fehmi dede amcasından önce davranarak soyadında “samancı” ifadesi yer alacak şekilde bir tercihte bulunmuş. Dedem ise yaşı küçük olduğu için bu konuda söz sahibi olamadığını esasen soyadlarının “ Samacıoğlu” olmasını istediğini belirtirmiş ve imzasını da o şekilde atarmış. Ama amcası aynı kütükte başka bir soyadı almış. Bugün tüm kütük listesi çıkarıldığında ayrı soyadlarından iki aile aynı listede yer alıyor. Vildan teyze ziyaretimde çok ilginç ve daha önce bir-iki defa işittiğim bir detayı paylaşmıştı. Babası ve amcasından başka bir halası olduğunu anlatmıştı. Bu halayı görmemiş, daha doğrusu anladığım kadarıyla kimse görmemiş, tanımamış. Nuri dayılar halanın varlığını babalarının anlattığını, İbrahim dedenin onu evlatlıktan çıkardığını söylerlerdi. Bunun da gerekçesinin istemedikleri bir adamla evlenmek istemesi mi, yoksa evden kaçması mı; bu tarz bir gerekçe ile hiçbir bağ kalmamış ve nüfusa da kaydetmemişler. Ayrıca Hacı İbrahim karısını da nüfusa kaydettirmemiş. Çocuklarını ve hatta torunu Fehmi dede ile de “Hanım” adında bir bakıcılarının olduğunu bana anlatmışlardı.
İlk yazdığım cümlede olduğu gibi, aile ataerkil bir yapıda olduğu için ölüm ile bile olsa kadınların bağı hemen kesilmiş ve kayıt altına alınmamış ve o kol ile alakalı hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bu bence çok ama çok acı bir nokta, çünkü insanının tüm köklerini bilmesinden daha güzel ne olabilir ki?
Ailenin İzmir ile aslında anlatılacak en mühim detay İzmir’in kurtuluşudur. Mesrure yengenin paylaştığım röportajındaki hatırat gibi en sıklıkla işittiğim İzmir’in kurtuluşu yani 9 Eylül’dü. Gülen hala ölümünden birkaç sene öncesinde bana olan sevgi ve güveninden dolayı bir emanet vermişti. 9 Eylül 1922’de yani İzmir’in kurtulduğu gün dikilen 2 Türk Bayrağı’nı bana iletmişti. Bu bayrakların yapılış hikayesini de zaman zaman anlatır, detaylı bir şekilde anlatıp benim bilgimi tazelememi ve parçaları birleştirmemi sağlardı. O iki bayrağın tek hikayesini anlatırken hem ailenin yaşanmışlıklarını ve tüm diğer anıları yad etmiş oluyorum.
İşgal döneminde özellikle yaz aylarında aile Karabağlar’daki bağ evlerine gidermiş. Kent merkezinde saman dükkanları açık olmakla beraber, olası yerel bazı çatışmalar ve olaylardan da etkilenmemek adına burada bir nevi istirahate çekilirlermiş. Bugün Kaymakkuyu mevkiinde yer alan bağ evi ile kent merkezi yakın gibi düşünülse de o günün şartları ile kolay bir erişimi bulunmuyormuş. Ailenin işgal döneminde Yunanlılardan herhangi bir zulüm ve/veya zorbalık çektiğine dair bir bilgi ve anı bize aktarılmadı. Belki vardı, anlatılmadı ama işgal altında kalan diğer yerleşim yerlerindeki yerleşik halkın yaşadıkları zorlukları aile, belki de ticaret ile uğraştıkları için yaşamadıkları gibi bir düşünceye sahibim. Ancak işgal öncesindeki hayatlarına da hiçbir koşulda devam edemediklerini hepimiz biliyoruz.
İşte 1922 yazının sonunda, eylül başında Rumların şehirden kaçmaya başladıkları haber kendilerine ulaşıyor. Ve kaçarken evlerine, dükkanlarına, mallarına zarar verebilir düşünesi ile İkiçeşmelik’e geri dönüyorlar. Bu olay da 8 Eylül’e rastlıyor. Döndüklerinde tüm İzmir ayakta ve karışmış durumda. Rumlar gemiler ile kenti terk etme telaşı içindeler ve bir kısmı yerel kuvvetler ile çatışıyor ve henüz Türk Ordusu kente giriş yapmamış. Bu vaziyet karşısında canlarını tehlikeye atmamak adına 844 Sokak’taki evlerine geldiklerinde, evde Hasibe babaannenin abisini, dedemin büyük dayısı Mustafa Denizaltı’nın sakladığını görüyorlar. Hasibe babaannenin ailesi ile bilgi vermeye burada başlıyor ve İzmir’in kurtuluş gününe dair anlatıma kısa bir ara veriyorum.
Hasibe babaannenin ailesi ile alakalı ilk detay bilgiye yukarıda not ettiğim gibi mezar ziyaretinde babasının adını öğrenerek ulaşmıştım. Talip dedenin üç çocuğu var ve Mustafa Denizaltı en büyüğü, Hasibe babaanne ve en küçükleri de Mehmet Emin dayı. Gülen halalar babaannelerine çok büyük bir sevgi ile bağlıydılar ve ölümünden yarım asıra yakın zaman geçmesin rağmen onu minnetle anıyor ve kalplerinde yaşatıyorlardı. Babaannenin de yer aldığı fotoğrafları 2000lerde ilk kez gördüğümde büyük korku duyardım. Bunun asıl nedeni, o asık suratlı kadın, Hasibe babaanne beni korkuturdu. Yüzü gülmeyen bir fizyonomosi mi vardı yoksa yaşadıklarımı bilinmez ama o fotoğrafın içerdiği acıları öğrendikçe hak vermiştim. Genç yaşta önce annesini, ardından babasını, 11 yaşındaki oğlunu, bir yıl sonra erkek kardeşi şehit düşmüş, yaşadığı kent işgal görmüş, eşi ve en son 28 yaşındaki kızı da vefat eden birinin yüzünün gülmesini beklemek sanırım abesle iştigal olur.
Talip dede 1849 Preveze doğumlu, bunu da nüfus araştırmalarından not ettim ancak neden orada doğduğunu ailenin Denizaltı sülalesindeki en yakından tanıdığım Aycan teyze ve yeğeni Canser abiden öğrenmiştim. Aile, babaannenin ailesinin Makedonya’dan Anadolu’ya geldiğini, Makedon olduğunu söylerlerdi ve bu konuda haksız sayılmazlardı. Orta Makedonya Bölgesi’nde Yanya’dan önce Preveze’ye ve Yunanistan Devleti’nin kuruluşundan sonra da İzmir’e gelmişler. Bu bilgiyi Mustafa Denizaltı’nın gelini ve hepimizin çok değer verdiği kıymetli Fatma yengemiz torunu Canser abiye aktarmış.

Böylece ailemin bir kolunun Selanik’ten bir kolunun da Yanya’dan Anadolu’ya, ana yurda döndüğünü öğrenmiştim. Talip efendi varlıklı biri olarak İzmir’de Agora ve Basmane’nin arka bölgesinde Pazaryeri Mahallesi’ne yerleşmiş. Hasibe babaanneye “Kasım Hamamcı Hasibe Hanım” dediklerini bana torunları anlatmıştı. Kasım Hamamları olarak bilenen yer bugün Eşrefpaşa Caddesi üzerinde, 39 numarada, Agora kazı alanının tam karşısında köşede yer alan ve tarihsel kayıtlarda “Saçmacızade Hamamı” olarak bilinen yerdedir. Dedemin diğer dedesi Talip efendi burayı işletmiş ve buradan “Kasım Hamamcılar” namı aileye atfedilmiş. İşte şehrin o dönem içinde işlek ancak mevcut genişliğinin yarısı kadar olan bir caddenin iki yanındaki ailenin dünür olarak bir araya gelmesiyle bu tarihe sahip olmuş olduk.
Hasibe babaannenin öncelikle küçük kardeşinden bahsetmek isterim. Tarihe meraklıydım ve okuduğum her detayda ailemden de bir parça arıyordum. Bunların başında da şu soru gelmişti; “Bizim ailemizde şehit var mı?”. Bu soruyu Gülen hala bana yanıtlamış, Emin dayı diye birinin Çanakkale’de şehit düştüğünü söylemişti. Şimdi böylesine yüzeysel bir bilginin yetersizliği ile yetinmeyerek yaptığım araştırmalarda ilginç ve doğru bilgilere kavuşmuştum. Nüfus kayıtlarında, Emin denilen kişi aslında Talip oğlu Mehmet Emin’di. 1892 doğumlu olan Emin dayı dedemin küçük dayısıydı. Emin ismi doğru ama eksikti, yer bilgisi ise tamamen farklı bir noktadaydı. Mehmet Emin dayıya ait künye ve şehadet bilgisine, Millî Savunma Bakanlığı’nın bir dönem tüm kayıtlı tarihsel döneme ait açmış olduğu şehit bilgi portalından baba isminden faydalanarak ve doğum tarihinle kontrol ederek doğru noktaya ulaştım. Ayrıca bu belgede hiç bilmediğimiz bir detay daha vardı. Aileleri soyadları olmadığı için lakapları yer alıyordu ve bu bölümde “Mahacızadeoğulları” yazıyordu. Eski kelimeleri az çok bilmeme rağmen ne olduğunu çıkaramamıştım fakat bir tahmin ile ailenin “hamamcı” lakabının bu şekilde yazıldığını düşünüyorum. Şimdi bu bilgiyi paylaşmak istiyorum.
İşte yıllarca Emin dayı Emin dayı olarak bildiğimiz ailenin bu değerli büyüğüne şehadetinin üstünden bir asır geçtikten sonra dua okumak nasip olmuştu. En büyük kardeşleri Mustafa Denizaltı (d.1877-ö.1950) ise Pazaryeri Mahallesi’ndeki ikametlerinin ardından, bugün Halkapınar olarak da bilinen Mersinli yöresine yerleşmiş, burada babasının diğer bir işi olarak tuğla fabrikasını işletmiştir. Ancak bir dönem memur olarak görev almış ve İkiçeşmelik Polis Karakolunda o dönem komiserlik yapıyor. Ancak aslen Rum olan, Mersinli ebesi olarak bilinen eşi Lütfiye yenge (d.1881-ö.1956) ile evlendikten bir zaman sonra memuriyetten men edilmiş. İşte tam bu noktada 9 Eylül 1922 günü yaşanan hikâyeye geri dönmek istiyorum. Mustafa dayı işgal döneminde artık polis olmamasına rağmen eşi Rum kökenli olduğu için Yunanlılar peşine düşüyor. Yakalanmamak adına kız kardeşinin İkiçeşmelik’teki evine saklanıyor.
İşte 8 Eylül akşamı eve gelen aile evde Mustafa dayıyı görüyor. Kentte de nümayişler şiddetini artırarak devam ediyor. Mustafa dayı sabaha karşı gün ağarmadan Mersinli’ye gitmek adına evden ayrılırken ev ahalisinde, mahallede ve tüm İzmir’de büyük bir tedirginlik varmış. Sabah ne olacak? Yunanlılar can havli ile kaybettiklerini bildiklerini için zarar vermek adına saldırılarına devam ediyorlardı. Sabah yeni doğan güneşle beraber, gece gözlerini kıpmayan tüm İzmirliler gibi ailemizde güne umutla merhaba diyordu. Tarih kitaplarında yazdığı gibi at sırtında 15 günde aşılabilecek bir mesafeyi savaşarak ve yürüyerek de aynı günde kateden piyade Nif bölgesinden, Belkahve sırtlarından oluk oluk kentin her noktasında son bir düşman askeri kalmayıncaya kadar kentin en ücra köşesine kadar girmeye başlamıştı. İşte kentin kılcallarına, en dar, çıkmaz sokaklarına bile girmeyi başaran Türk askerinin uğradığı noktalardan bir tanesi de 844 yani hem Gedikli hem de Kız Hasan sokağıydı.

Çatışmalardan dolayı dumanların yükseldiği kenti ve kaçan gemileri izleyen aile, mahalleye giriş yapan süvarilerin nal sesleri ile irkilmiş ve korku içinde beklemekteydi. Kapıları kırarak içeri giren Türk askeri adeta Yunan avına girişmişti ve işte bu şekilde 844 Sokak 47 numaralı evin cümle kapısından girdiler. Ekte görülen krokiden anlaşılacağı gibi bahçe kapısından girişte sağda bir müştemilat/küçük ev ve ilerleyip sola dönünce esas evin girişi görünüyordu. Tam bu noktada asker ile aile göz göze gelmiş, ailenin Türk ve Müslüman olduğunu anlayınca Hasibe babaanneye “Anne biz Türk askeriyiz, korkmayın, bugün İzmir kurtuldu, bayrak asın.” dediğini bu bayrağın yapılış hikayesinin başında onlarca kez dinledim, yüzlerce kez onur ve mutlulukla anlattım. İşte bu tarihe mal olmuş duygusal sahnenin detaylarını da anlattığım belgesel çekimi sizlerle paylaşıyorum.
Sakin Konuşmalar 2 – Pazaryeri’nden Çıkan Gelin
İşte sandıkta saklı kalan kırmızı ve beyaz kumaşlarla, el ölçüsü ile iptidai şartlarda elde dikilen bu iki Türk Bayrağı onlarca yıl ailemiz tarafından muhafaza edildi. Uzun yıllar milli bayramlarda bu bayrak eve asılmış. İlerleyen yıllarda ve bir önsezi ile Gülen Hala, benim geçmişe ve tüm mukaddes saydığım değerlere verdiğim değeri bildiği için bana emanet etti ve çok kısa bir süre sonrada rahatsızlanıp aramızdan ayrıldı. Ben bugün olduğu gibi o dönemde de geçen zamanın ne kadar kıymetli olduğunu ve o zamanın aslında onunla beraber yaşayan kişiler, anılar vd. her şey ile kıymetli olduğu bilincindeydim. Bu manevi değeri ölçülemeyecek olan iki kıymetli emaneti gelecek nesillere bırakanın yolunu ararken İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’nin (APİKAM) en doğru adres olduğuna kanaat getirdim. Bayrağımızı APİKAM’a bağışladım ve İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunun 89. Yılında Cumhuriyet Meydan’ında o dönemki belediye başkanımız Aziz Kocaoğlu’na takdim ettim. Bayrağın ve hikayesinin sunumu adına her yıl 9 Eylül’de çeşitli etkinlikler organize edilmekte ve ailemiz onurlandırılmaktadır.
Yazının en başında belirttiğim, Kemalpaşa’da o an yeni tanıdığım bir arkadaşa, 100 yıllık bir hikâyeyi anlatırken şu anki heyecanı yaşamıştım.
Yıllar sonra, birçok kaynakta belirtildiği gibi kuruluşun ve kurtuluşun kenti İzmir’de, kurtuluş gününün tarihi ile ismi müsemma Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde, ülkemizde ilke ve tek Bayrak Bilimi ve Türk Bayrakları Müzesi’nin açılışı ile ikinci bayrak da hak ettiği yeri bulmuş oldu. Bugün bu iki bayrak artık tüm Türk Milletinin ortak miras ve emanetidir. Bayrak Müzesi ve DEÜ tarafından Eylül 2024 tarihinde bayrağımızın tanıtımı için çekilen kısa tanıtım filminde bayrağımızın dikiliş hikayesinden bahsederek tarihe küçük bir hatıra bıraktığımı düşünüyorum.
Umudun Kumaşları – Bir “9 Eylül” Hikayesi
9 Eylül 1922 gününe şimdi tekrar geri dönelim. Bayrak dikimine girişen kadınlar, belki de bir saat içinde o dar sokakları olan İkiçeşmelik’i, kentin her noktasında olduğu gibi gelincik tarlasına çevirmişti. Hasibe babaanne Türk askeri gelmezden evvel oğlu Fehmi’ye abisine götürmek üzere yemek, öteberi nevinden bir şeyler hazırlamıştı. Günümüzde bambaşka bir görüntüye sahip olan Basmane ve çevresinin o gün, savaş sırasındaki çatışmaların da etkisi ile duman içinde kalan Ermeni Mahallelerinden geçerek dayısına yemek götürmek üzere yola çıkmıştı. Halkapınar mevkiine geldiğinde, Tuzakoğlu Un Fabrikası’nın -bir dönem Devlet Güvenlik Mahkemesi, Tedaş olarak kullanılan ve günümüzde İzmir Büyükşehir Belediyesi Meslek Fabrikası Müdürlüğü- olduğu noktaya geldiğinde; bugün orada yer alan şehitlikte vatan toprağında yatmakta olan askerlerimizin Yunanlılar tarafından pusuya düşürüldüğüne tanık olmuş. Bu tarihi anekdotu yaşamak nasıl yıllarca büyük travmalara neden olmuştur tahmin edemiyorum.
Yıllarca efsane gibi dinlediğim ve aslında bu kentin belleğinde yer alan birçok olaya tanık olan ailemin hatıratı sayesinde İzmir için araştırma yaptım diyebilir miyim bilmiyorum, ancak yaşadığım bu güzel kentin her sokağında kendimden de bir iz bulmak beni mutlu ediyor. Araştırmaya ve keşfetmeye şimdi devam edelim…